Cumartesi, Aralık 13, 2008

Karlı, kışlı günler...


Üşüme günleri geri geldi... Kış kışlığını yapacak; yapmalı da... Ama benim bu kış ile nedense hiç yıldızım barışmadı galiba... Ben ne kadar O'nu, karını, tipisini, soğuğunu, ayazını sevdiysem... Hele hele ispinoz ve floryalara bu mevsimde aşık olduysam... Biraz da O'ndan bana merhamet dönseydi ya...
Daha ilk sınıfım... Mini mini birinciyim... Basınköy'de daha henüz okul yok. Okulların açılmasıyla önceleri Yeşilyuva İlkokulu'na yollanıyorduk servisle. Ama gazeteci, yazar-çizer takımı ebeveynlerimiz acıdılar halimize... Rotary Klübü'nün Basınköy'e yaptırmaya başladığı okul bitinceye kadar bize oturduğumuz bloglardan bir giriş katı kiralandı. O dairede daha önce kiracı olarak Çetin Altan oturmaktaydı. Camında, kapısında Keriman teyzeyi görmeye alıştığım ev şimdi okulum olmuştu. Hepi topu iki oda bir salon...
Trakya'nın hain kışlarından biri gelmiş. Daha şunun şurasında benim ne kadar kış ve kar deneyimim var ki... Bir taraf orman, bir taraf uçsuz bucaksız tarlalar... Önümüzde alabildiğine uzanmış Marmara... Menekşe koyu... (Adını da Atam koymuş Menekşe diye... Tepede rakısını içerken gün batımında Menekşe açıklarındaki kayalıkların menekşe renkleri O'na böylesi ilham vermiş... Şair ruhlu Atam benim...)
İşte böylesi resim gibi bir manzara... Benim ise okula düşünceye kadar ki hayalimde kış annemin yüzünden hep romantik... Kış günleri bize sürekli okuduğu başucu kitaplarımız vardı... Varlık yayınlarının İskandinav Masalları... Kaç ciltti şimdi net hatırlayamıyorum ama nefesimi tutup gözlerimi yumup dinlerdim annem okudukça... Harika kış ve kar manzaraları, geyikler, kurtlar, çıtır çıtır yanan devasa ocaklar... Ocaklarda yanan odunların nefis kokusu çorbanın dumanının içinden geçip gider de ah benim de canım çorba çekerdi... Yün bereler, kazaklar, kızaklar... Renkler capcanlı... Beyaz zemin içinde yeşil iğne yapraklılar... Beyaz tenli kan kırmızı yanaklı çocuklar... Geyikler, kurtlar... Donmuş göllerden delik açılıp tutulan balıklar... Ne eğlenceli bir şeydi şu kış ya:)))
Ve Trakya'nın soğuğunda ben okulda. Anne baskısı yok... Lapa lapa kar yağıyor. Sevinç çığlıklarıyla çıktık tenefüse... Ders mers hak getire... Boğuştuk karlarda... Nasıl özgürce oynamıştım... Kendimi atmıştım karların içine içine... Gömüldükçe daha bir ata ata artık bir an kendimi hissetmediğimin farkına vardım. Birden tadım tuzum kaçtı sanki. Islak eldivenlerimi elimden çıkardığımda parmaklarımın kıpkırmızı olduğunu ve onları artık hissetmediğimi anladığımda "üşümek bu herhalde" dedim. Yorgun ve donmuş halde okul-evime geri döndüm.
Her sınıfta yani aslında odada bir odun sobası vardı. Hani şu çingene sobası dediğimiz ince sac sobalardan... Çabuk yanar ve çabuk ısıtan kadim sobacıklarımız... Okulun hizmetlisi Tenzile Hanım beni sobanın başında ellerim sobanın üstünde hüngür hüngür ağlarken buldu...
"Çek ellerini sobanın üstünden çocuk!"
"Ellerim çok üşüyor Tenzile teyze" diye ağlayarak hâlâ ellerimi çıtır çıtır yanan odun sobasının üstünde tutmaya devam ediyordum ki Tenzile Hanım beni çekip kendine sarıverdi. Parmaklarıma biraz masaj yapıp sonra iki elimi de koltuklarının altına soktu. Ben de doğal olarak başımı göğsüne yaslamıştım. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama ağlamam yavaş yavaş duruldu. Sakinleştiğimi gören kadıncağız beni sobanın başında bırakıp işlerinin başına döndü. Sıkı sıkı da tembih etti "sobanın yanında dur ama ateşe çok yanaşma" diye. Öğretmen sınıfa gelip de ders başladığında ben çoktan ateşlenmiş zangır zangır titremekteydim... Öğretmenimiz o günlerde bize vekaleten öğretmenlik yapan bir hukuk öğrencisiydi. Selim idi adı. Daha çok genç olmasına rağmen Yul Brynner'dı aynı. Babamla da çok iyi dost olmuşlardı. Evimize de gidip gelmişliği vardı. Güvenirdim O'na... "Güvenmek" kavramı hakkında belki de ilk yenilgimi böyle tattım. Daha abimin sınıfına gidip gelip erken okumayı yazmayı öğrenen bir çocuk için birinci sınıfa gitmek yalnızca prosedür gereği idi. Çok iyi okuduğumu ve yazdığımı herkesten önce öğretmenim biliyordu. Beni tahtaya davet etti eliyle:
"Gel bakalım Şirin!"
İsteksizce ve çenelerim birbrine vurur halde tahtaya kalktım. Sınıfın en ufak ve en zayıf öğrencisi olmamın yanında bir de en titreyeni diye anılacağım da varmış demek kaderde. Ateş ateş yanıyordum ama bir o kadar da üşüyordum. Yanan gözlerimle yalvaran bakışlarla öğretmenime bakıyorum. O bana bir şeyler söylüyor ama nafile anlamak istemiyorum ki....
Bilmem kim? Ali mi? Ayşe mi? Okula gel.... Yaz diyor... Yazdım yazdım... .......ok?... "U" harfi nasıldı? Yok! hatırlamıyorum... O bağırıyor "yaz" diye... Tebeşir elimde titriyor... Hatırlamıyorum... U nasıl bir harfti? O'nun bağırmalrı beni öyle korkutuyor ki artık elimde hal de kalmıyor ve tebeşir yere düşüyor... Ayağa kalkıp yanıma yürüyor! Elinde tahta çetvel.
"Aç avuçlarını!"
Daha önce görmüştüm açmayanları. Kafasına yiyordu cetveli. İşte şans bana da gülmüş sonunda cetvelin tadına bakacaktım. Okul böyle bir yerdi. Ama ben hâlâ hazır değildim. Direnmem gerekiyordu. Tüm titrememe ateşime rağmen direndim olanca gücümle. Tenzile teyzemin özenle ısıttığı küçük ellerimi bu hain adama teslim etmeyecektim. Ama ya kafama vurursa? Önce uzatıp sonra dayanamayıp çekiyordum ellerimi. Daha tadına bakmamıştım ama acı olduğunu biliyordum diğer çocukların cetvelle dövülürken yüz ifadelerinden. Selim bağırmaya ve de cetveli bana doğru tutmaya devam ediyordu. Anladım bu inadımın sonu yok. Nasıl olduysa uzattım ellerimi. Ben uzatım da uzatmasına O nasıl kıydı da bana? O'nu hiç anlamadım. İçimde son bir umut vardı. "Kıyamaz bana, sever beni öğretmenim" derdim.. Cetvelin acısı sınıf arkadaşlarımın karşında öğretmenim ve benim halimin çok gerisinde kaldı. O vurdukça bana karşımda bir dağ yıkıldı... Sırama oturduğumda artık benim için "öğretmen Selim" diye bir kavram kalmamıştı. Bir daha O'nu asla görmek istemiyordum. Ders boyunca ateşler içinde titriyordum ve O bunu görmüyordu. Tenefüs zili çalınca sürüklene sürüklene iki blok ötedeki evimize geldim. Daire kapısınında zili çaldım. Annemin kapıyı açtığını hatırlıyorum hayal meyal . Gözlerimi açtığında asırlar geçti sanıyordum. Salondaki kırmızı kadife divan bana hasta yatağı yapılmış ve alınımda sirkeli bezlerle yatıyordum... Annem okula gidip çantamı defterlerimi almış biraz da bilgi(!) almış. Karda çok oynamışım, üşütmüş hasta olmuşum...
Ah ya kalbim? Kalbime ne olmuş anne?
Onu da söylediler mi?

1 yorum:

NAZLICA dedi ki...

Böyle bir deneyimden sonra kış'ı sevmen mümkün değil Şirinciğim. Öğretmenler bizim dönemimizde gerçekten acımasızdı. Tek ayak üzerinde durma cezaları falan hem de çöp sepetinin yanında.Şimdi çocuklar öğretmen, öğretmen de çocuk olmuş, tersine dönmüş. Senin anlattığın kışlar burda yaşanmadığındanmı bilmem ben kışı severim, yazın sıcağına tercih ederim. Sevmediğimiz, kaçındığımız herşeyin mutlaka çocukluğumuzla bir ilintisi çıkıyor, senin de öyle olmuş. Öptüm canım kendine dikkat et. Sevgiyle