Perşembe, Ocak 07, 2010

Hani bazen?

Olmaz mı hiç size de... Şöyle bir şeyler söylemek vardır dilinizin ucunda da hani bi türlü sözcüklere dökemez de yutar kalırsınız söyleyemediklerinizi...
Bana çokça oluyor nedense son günlerde... Çok şey söylemek istiyorsam da hep susup susup yutuveriyorum yüreğime söyleyemediklerimi..
Bazen dalıp gider oluyorum da uyarıyor dostlarım arkadaşlarım...
Malum deyim hemen: "Karadeniz'de gemilerin mi battı?"
"Ah be nerde bende o şans" diye gırgıra vuruyorum... Gemim olsa da, Karadeniz'de batsa da ne olur ki: Sigorta şirketi tüm zararı öder. Dünya düzeni eski düzen değil ki... Ama hâlâ insanın yerine koyamadığı eksik var. Ne yapsa olmuyor. İnsan İNSAN yapamıyor!
Can giderse çekip geri getiremiyor. Belki bedeni yeniden makinalara bağlayıp canlı tutabiliyor. İşte bitkisel hayat dedikleri... Ki bitkilerin de ruhu olduğunun farkındayım hepimiz kadar.
Kalp kırılırsa artık ne yapsan eskisi gibi olamıyor. Kaç bypas yaparsan yap... Olmuyor canım, olmuyor gülüm...
Kalbi ne kırar? Bir bakış mı, bir söz mü?
Öyle çok kırılgan gibi gözükse de aslında kolay kolay kırılmazdı benim kalbim sevdiklerimden geliyorsa her ne bakış, ne söz... Açık çek veririm baştan sevdiğime... Sonuna kadar kırsın beni diye... Kalmasın içinde bana ne diyeceği varsa dökülsün söylesin isterim. Kırmak için değil eleştirmek için söylenen sözler diye algılar beynimle birlikte kalbim söylenenleri. Eleştirilmeden yaşanır mı? Bana göre sorarsanız ben kaldırırım olabildiğince eleştiriyi. En azından kendimce öyle düşünürüm. İnsan başkaları tarafından eleştirilmeli. Ancak bir dolum noktası vardır her insanın içinde. Dünyada hiç bir şey sınırsız değil. Eleştirinin de sınırı olacak elbette.
Neden eleştiriye bu kadar takıldım acaba?
Çünkü günlük eş dost sohbetlerinde sohbet adı altında yapılan konuşmaların aslında çoğunun sohbetten çok eleştiri olduğunu farkettim. Hepimizi işimizi gücümüzü bırakıp karşımızdakinin halini hatrını soracağımıza sürekli eleştiri yapar hale gelmişiz. Bize böyle bir kültür aşılıyor sanki yönetimi elinde tutanlar. Yönetim deyince hemen siyasi yönetimi kastettiğimi sanmayın. Medya en büyük yöneticimiz... Tüm tvler radyolar sürekli eleştiri halinde. Sanal alem desen zaten artık zıvanadan çıkmış durumda. Sürekli gözünün üstünde kaşın var durumdayız yani anlayacağınız.
Televizyondan, dizilerden oldukça arınmaya çalışarak geçiriyorum bu kışımı... Gündüz evdeysem olabildiğince açmıyorum televizyonu. Br haber takip alışkanlığım var serde gazetecilik olduğundan. Bu yüzden haber kanallarını açıp izlemek zorunda kalıyorum arada bir. Ama inanın uzakta kumanda aleti denen meret var ya ah :)) Elim arada bi kayıyor... Zap ta zap... Aman da aman... Neler izliyor yurdum insanı diyorum arada bir... Evlilik programları... Zehir zıkkım yesin programları... Cinayetler, kayıplar... Türlü dertler... Medya pazarlama programları... Nasıl özlüyorum bazen ekran böyle karman çorma olduğunda. Bir bilseniz TRT'li günlerde yayın akışı kesildiğinde bir manzara olurdu sürekli ve bir müzik... Nasıl asılı kalırdı evlerde dingin dingin o görüntü... Bir de sızlanır dururduk filmin en heyecanlı yerinde bağlantı kesildi diye... Oysa nasıl özler oldum ben o günlerimizi. İşte gerçek nostalji dedikleri bu olsa gerek :)
Nostalji derken o günlerin eleştirili günlerine düştüm sanki. TV'de açık oturum var. Bir açık oturum yöneticisi... Ve düşünebiliyor musunuz tüm parti başkanları... Başbakan da olsa açık oturumda bulunur açık açık söylerdi ne diyecekse... Yok öyle basın danışmanı falan... Vardı elbette ama başbakan olan adam kendi beyniyle düşünür sözcükleri yanyana kor ve cümlesini kurardı.
Nasıl da özledim o günleri walla. Gel de özleme... Bi kere ağzını açtı bizim RTE Davos'ta :)) "One minute" ile tarihe geçti beah...
Gel bakayım sen RTE şöyle bir açık oturuma...
Gelsin karşına Baykal, Bahçeli....
Şöyle güzel güzel ara vermeden Türk halkının karşısında bülbüller gibi ötesiniz ya.
Bizde meydanda biraz yiğitler görsek. Varsa yiğit görünür elbette.
Yoksa toplar tumanını kaçacak delik arar.
RTE'de böylesi yiğitlerden işte :)) Doğaçlama ustası kendilerini...
"one minute"
"al ananı da git"
"askerlik yan gelip yatma yeri değil"
Ama bunların siyasi hocası Özal olduğundan ondan miras kalan elinde kalemle diktatörce sunulan "ulusa sesleniş" ile durumu yırttıklarını sanıyorlar. Seslenme bana ya hu!
Neden tartışamıyor siyasilerimiz?
Neden eleştirilmek istemiyorlar?
Bu nerenin kültürü? Biz böyle görmedik anamızdan babamızdan.
Bu bize dayatılan tarz resmen dikatoryadır. Ve bizler koyuncuklar olarak bu duruma artık tepkisiz kalmış haldeyiz. Ve bu durum bana fena halde koyuyor. Kendi özel alemimizde birbirimizi eletiri bombardımanına tutarken asıl eleştirlmesi gerekenleri bu kadar baştacı etmemizi anlayabilmiş değilim. Buna matematikte ters orantı mı derlerdi? Böyle mi çözerdik soruyu? Bu kadar eleştiriden uzak bir devlet anlayışı bizi birbirmizi aşırı derece eleştirel bir hırpalamaya götürüyor. Didiklenmesi gereken kişileri, kurumları yok sayarak elimize geçirdiğimiz yakınlarımızı hallaç pamuğu gibi atmaktayız. Düşünebiliyor musunuz? Yüce Türk halkı olarak "paçanga böreği nasıl yapılır?" diye ne çok tartışmalara girmişizdir bu bize dayatılan düşünme sistemi sayesinde. Acaba ülkenin gidişatı paçanga böreğinden daha mı önemsiz? Hiç eleştiri de yapmadan güzelce paçanga böreğimizi mi yesek şöyle halis Kayseri pastırmasıyla yapılmış olanından...

Hiç yorum yok: