Cuma, Temmuz 11, 2008

CAN'ınız sağ olsun!



Biz Türkler her nedense devlet kurumlarının kapısından geçerken hep şöyle bir dua ederiz... "Allah ne eksikliğini göstersin; ne de muhtaç etsin"

Hastanelerin, adli kurumların, karakolların önünden geçerken hep yüreklerimizden dudaklarımıza bu veya buna benzer dualar deyimler dökülür...

Çocukluğumdan beri aşıdan ve iğneden korkarım. Bu yüzden çok sağlıklı oldum galiba:)

Ağır bir boğmaca geçirmiştim çocukluğumda. Bizim çocuklarımız gibi bebekliğimizde karma aşı yapılmadığından tüm ağır çocukluk hastalıklarını bire bir mikrobuyla savaşarak yenmiş bir nesiliz evvelallah!

Boğmaca mikrobunu kardeşim ve abim gibi kolay yenememiştim. Bir kaç kere nefessiz kalıp ölümle yüz yüze gelişimi hatırlıyorum. Annem ve arkadaşları toplanmışlar... Çaylar kahveler... Bizler çoluk çocuk o odadan bu odaya koşup duruyoruz... Yer Basınköy... Kış mevsimi... Hava soğuk olduğundan çoluk çocuk hepimiz bir arada... Özcan Yenge'nin evindeyiz.. Ben bir köşede takatsiz oturuyorum... Birden nefesimin kesildiğini hissetim.. Evet artık nefes almıyordum... Çok uzaklarda salonda bir koltukta oturan anneme bakıyorum çocuk kalabalığının arasından... Bağırmak istiyorum... Çocuk aklı işte... Nefesim yoksa bağırmak ne mümkün... Yavaş yavaş gücüm kesildiğini hissediyordum... Bir panik duygusu bende... Ama nefes alamadığımdan paniğimi gösterecek enerjimde yok... Ağzımı boş boş açıp kapadığımı ama ses veremediğimi neden sonra farkettiler... Nasıl kim farketti hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim o anda içimdeki denize dalmışlığımdı. Nefes alıp vermeye başlayınca yeniden annemin elinden kurtulup deliler gibi evin arkasındaki ormana koşmuştum... Çam kozalaklarını kucağıma doldurup havayı nefes nefes içime çekmiştim. "Tanrım nefes alıp vermek ne güzel" diye şükretmiştim... O kadar küçükken bir an nefessiz kalmam sonucu bir nefesin ne kadar değerli olduğunu öğrenmiş ve kaydetmiştim küçük beynime...

Bu boğmaca olayı böyle küçük bir anı olarak kalmadı maalesef hayatımda... Bu lanet hastalık yüzünden günlerce iğne vuruldu bana. Dedemlere geldiğimizde mahallenin iğnecikadını gelirdi iğnemi yapmaya... Hani eskiden her mahallenin bir şamanı gibi hatunu olurdu ya. Bizimki de "iğneci Hatçannım"dı... Siyah başörtülü, zayıf, ihtiyar, çökmüş yüzlü bir kadıncağızdı... Sobanın üstünde iğneleri kaynatır; sonra o hain iğneyi sanki büyük zevkle enjektöre yerleştirirdi. Ardından enjektörün içine çektiği sıvıyı şöyle yerçekime aykırı bir biçimde füze yollar gibi yukarı dikip fışkırtmasına ne demeli? Anam anam... İşte benim öldüğüm an bu an! O an ölüm gözüme daha güzel gelirdi. İğnelerim düzenli aynı kişi tarafından yapılsın diye dedemlerde idim bir kaç gün. Sabah kahvaltısından sonra kuşluk vakti Tepebaşından annemin "cicianne" dediği İhsane Hanım gelirdi her gün... İhsane Hanım'ın ailemiz içinde büyük bir yeri vardı. Bu küçük ufak tefek kadın ne derse o olurdu. Otoriter bir kadındı. Hiç çocuğu olmadığından dedemlerle de uzaktan akraba olduğundan annemde cocuk özlemini gidermişti. Bizi de doğal olarak torunları görürdü... herşeyimize karışırdı... Anneannem bize ne kadar nazikse bu kadıncağız o kadar acımasızdı Allah rahmet eylesin. Anneme çok düşkün olduğundan bizim annemizi yıpratığımızı düşünür belki de bu sevgisi yüzünden bizi hırpalardı. "Beyhan ne bu kızların hali böyle? Fino köpekleri gibi gözleri görünmüyor" diyerek kahküllerimize laf atar bizi de köpekleştirdi aklınca... İğneci gelmeden erkenden gelmesi de benim acımdan zevk alması anlamına geliyordu... Önce o gelirdi dedim ya... Evin yolu gören cumbalı köşesindeki divana kurulur sarma cigarasını tabakasından çıkarır zevkle tüttürdü... Anneannem bi koşuda hatunun kallavi kahvesini önüne hazır eder, bir yandan da öğlen yemeği telaşı içinde mutfağa koştururdu. Titiz dedemin yemeği de dakikasında hazır olmalıydı. İşte bu boşlukta biz Cicanne ile başbaşa kalırdık... İğneci Hatçanım'a bakardık kızkardeşimle camdan...

İşte göründü... Yalpa yalpa geliyor vallahi de...

Zil çaldı... Benim yürek pır pır... Ellerim ayaklarım titrer kimin umrunda...

Dizlerine kapanırdım ailenin otoriter kadınının... Beni Hatçe'nin elinden kurtarsa kurtarsa o kurtarırdı...

"Cicanneeeeeeeee nolurrrrrrrrrrrr... Söyle kadın geri gitsin... Bana iğne yapmasın... "

Yaşlar oluk olmuş gözlerimden...

IHHHHHHH!

Gözlerime dahi bakmadan azarlardı beni... Yıkıldığım andı... O'nun otoritesi demek banaydı... Hani Hatçe'ye otorite! Ha! Göstersene Hatçe'ye otoriteni...

Tüm kalelerim zaptedilmiş, tüm tersanelerime girilmiş savunmasız kaldığımı anladığım an yapmam gereken tek şey vardı:

Kaçmak!

Kahramanlığın onda dokuzu diye boşuna mı istatistikî rakam verilmiş...

Kaçmak!

Güzel! Çok güzel düşünce!

Hadi uygula!

Oda kapısının dışında anneannem gibi bir askeri birlik var. Böyle durumlarda anneannem tam bir Moskof ordusu... İçerde zaten ordunun âlâsı var... Tek yol tünel kazmak gibi bir iç güdü vardı herhalde bende:))

Divanlardan birin altında girerdim Hatçem merdivenlerden çıkarken... O karanlık divan altları bana ne güzel gelirdi anlatamam... Korunma duygumun tavan yaptığı yer... Ana rahimindeki güven duygusu gibi sanıyorum. Top gibi olup kalırdım oralarda... Önceleri hiç umursamaz davranırlardı. İğne hazır olunca Hatçanımın sesi duyulurdu:

"Hacer Hanım hadi iğneyi fazla bekletmeyelim...."

Ah be küçük beyinli Şirin... Bak buldular seni...

Çeke çeke çıkartırlar beni divan altında... Kaç kişi beni tutar bilemem... Alt kattaki kiracı da zaman zaman yedek kuvvetler olarak devreye girerdi. Çok gerek vardı sanki :((

Sonra cızzzzz işte...

Yine mağlup Şirin Hatçe'ye...

Bir gün terkidünya eyledi Hatçanım... Onca çocuk içinde en çok ben üzülmüştüm nedense...Allah rahmet eylesin...

İşte bu iğne çocuk aklıma şöyle bir kavram getirdi... "Asla hasta olma!"

"Olma!" dedim de olmadım mı?

Oldum tabii ki... Ama ufak tefek allattım herşeyi...

En uzun süren baş belası bir hastalığım vardı: Gastrit!

Bu hastalığı anlatsam çok sürer... Yaşamın çok başında aldığım yenilgilere karşı bedenimin bir bedel ödemesiydi bu hastalık...Neyse ki bir gebe kalmam sonucu bu hastalığı def ettim... Ki öyle korkuyordum ki gebelikten... Bu gastritli halimle ben gebe kalırsam tam olurum diyordum. Çünkü zaten sürekli bulantılar içinde yaşayan ben birde gebelik bulantılarını asla kaldıramam diyodum. Bende bir gariplik oldu. Gebe kalmamdan sonra ne bulantı ne gastrit. Bıçak gibi kesildi... Düzenli gittiğim hastanedeki kadındoğumcuya bu garip durumumu sorduğumda bana tamamen "duygusal" dedi... Annelik hormonlarım gastritimi tedavi etmiş... Yani beyin komut veriyor bedene:

"Bak anne oluyorsun! Şımarıklık hakkın yok artık!"

Çok şükür kuş gibi hafif geçmişti gebeliklerim... Taşıdığım yükleri:)) kabul etmek sanıyorum güçlü kılıyordu beni.

Doğumlar sırasında serum ve iğne yemek zorunda kaldım işte... Ne kadar kaçsamda divan altı da bulamadım... Kuzu kuzu yedim serumları iğneleri...

İlk doğumumda doğum sonrası kan kaybından tansiyonum 3'e düşünce masada yatan bedenimi ve başımda koşturan insanları görmüştüm yüksekten... Genç bir doktor çaba harcıyordu bana bir şeyler yapabilmek için. Ben ise kendimi ve onları izlerken oldukça telaşsızdım. Ne yeni doğan bebeğim, ne kendim için bir düşüncem vardı. Hatta bu kadar telaşı gereksiz bulduğumu bile söyleyebilirim... İşte ince çizgi...Sonra kendimi sedyede asansöre binerken buldum. Doktor bir yandan elimi tutuyor bir yandan da yanındakilere açıklama yapıyordu:

"Döndü!"

Meğerse beni gittiğim durumdan çıkarmak için doğumhaneden başka bölüme alıyorlarmış...

Asansörün tuşlarına basılıp iptal edildi gidilen yer...

"Yukarı" dedi doktor... "Hastayı yatağına alalım"

Daha sonra yanıma gelen hastabakıcıya sordum:

"Yukarı değilde aşağıya gitseydim nereye giderdim" dedim...

Alaycı bir tavırla:

"Morga olabilirdi gidişin. Durum öyle görünüyordu" dedi.

Bu günlerde çok canlar gitti de galiba bana böyle şeyler yazdırdı...

Sırasız, boşuna hiç uğruna giden gencecik canlar, masum olup da tutuklu giden canlar, makamı buldum diye zıp zıp zıplayıp küt diye giden canlar her şekilde can sıkıyor...

Canınız sağ olsun...
Canımız sağolsun!

Gerisi hiç ama hiç önemli değil!

2 yorum:

Oya Kayacan dedi ki...

-Bir nefessiz kalma hikayem benim de var ama tahmin edebileceğin gibi pisboğazlıktan. Kek dilimini çabuk yutarsam yenisine uzanacağım anlaşılan o ara, kalıvermiş boğazımda. Anneannem Esterya'nın, canım canım keyifli toprakta yatsın, "La ora clara, la ora clara," diye bana arkadan sarılıp kuvvetle midemi sıktığını hatırlıyorum. Çok sonra öğrendim ki hareket budur. Yalnız olduğun zaman da mideni sandalye sırtı gibi sert bir yere yaslayıp olabildiğince hızla öksürmek gerek. Sırta vurmak da düşünülenin aksine boğazında kalan her neyse daha da derine gitmesine neden oluyor. Bu olaydan bana kalan eğlenceli kısım ne diye sorarsan, anneannemin o zaman daha çakmadığım latin dilleri potpurisi bir yahudice ile loraklara, loraklara diye bağrınması. La ora clara, aydınlık saat demekmiş meğer.
-İğneci değil ama sinir olduğum bir çocuk doktorum vardı. Fena üşütüp konjestyon geçirdiğimden bana iki yaz boyunca denizi yasaklamıştı. Nefretim hiç bitmediydi o adama!
-Doğumla gelen ölüm olmamalı bence. Her çocuğun annesiini tanıma hakkı olmalı. Olmuş da zaten. İyi ki.
-Daha yetiştirecek çok laf var ama, susma hakkımı kullanıyorum.

Şirin dedi ki...

Demek canı veren bizi arada bir yokluyor daha çocukluktan Annoya:)
Kolay büyünmüyor bu dünyada...Tam büyüdüm derken de nefes gerçekten gidiyor galiba... Bu yorumdan bana kalan ne çok şey var... Ama en güzeli Esterya'dan gelmiş: "la ora clara" ...
Hani bir de biz deriz ya habir "iyi saatte olsunlar" diye...
Ölümün karanlığına düşmemek mi istenir la ora clara ile acaba yoksa hani başka boyut varlıkların ola ki bizle dalaşmaması için mi:))