Cuma, Mayıs 18, 2007

Sarı çiçeklerin kokusunu özledim...

Doğuştan özürlüyüm bazı konularda... Anılarım var benim asla unutulmayan...
Bir yaşımdan beri tüm yaşamım hep kayıtlarımda...
İlk anım Kumkapı’daki eski bir köhne ev... Yerler ahşap...

Pencere içindeki ahşap pervazlara camın buharlaşması ile oluşan su dolardı... O küçük su yolunda babamın yaptığı küçük kağıt kayıkları yüzdürdüğümü hatırlıyorum... Öyle hayal meyal değil net olarak... Ve de evde herkes uyurken gece evin içinde cirit atan fareyi ve onu sevmek için kovaladığımı hatırlıyorum... Korkmuyordum besbelli... Daha korkma duygum gelişmemiş demek ki...
Annemin bana ilettiği kronolojik tarihime göre 8 aylık bir bebekken hem konuşmaya hem yürümeye başlamışım... İlk konuşmamın daha henüz kırk günlükken olduğunu iddia edenler de vardı ailede... Anneannem ve de annemin halası İkbâl Hanım... (İkisi de artık terki-dünya ettiler...) Küçükken az söylenmedilerdi bana... Özellikle İkbâl Hanım yani büyük halam... “Bu kız biraz garip! Aman ha tekin değil! Pek sataşmayın “ derdi... Çocuktum ağırıma giderdi... Bayram seyran, cümbür cemaat toplanmışız... Şimdi bu kadın ne demeye bana dil uzatıyor diye içerlerdim... Sonunda açıkladılar... “Sen kırk günlük konuştun... Hatta ne konuşması bağırdın!” dediler... Ben bu kısmı hatırlamıyorum ... Beni pek bi mıncıklamışlar bu iki kadın... Bir de kundak yapma merakları var ya... Ben de asla kundak istemezmişim... Annem de sağ olsun modern bir kadın olduğundan beni asla kundak yapmamış... Zaten yapamamış da dediğine göre... Bu kadınlarda kırk günlük bebeği ellerine geçirmişler ya... “Bak biz bunu nasıl kundaklarız” demişler zira... E bana da gelmişler artık... Avazım çıktığı kadar “ANNE! ANNE!” diye bağırmışım...“Gel beni kurtar dercesine... Anneannem ve hala çok korkmuşlar... Başlamışlar salavat getirmeye... Beni güzel sarmalayıp ama asla kundaklamadan aşağıya anneme indirmişler... Annem hep gülerek anlatırdı merdivenlerden inişlerini... Ellerinde ben, yüzleri sapsarı, birinin elinde tespih sürekli üfüre üfüre dualar okuyarak beni anneme vermişler :) Sekiz aylıkken olduğum sıralarda ise annem radyoda her sabah “arkası yarın” dinlermiş... “Bernard Alba’nın Evi” adlı piyes var Arkası Yarın’da... Piyes bitmiş.. Annem mutfağa geçmiş, işlere koyulmuş... İçerden bir ses geliyor avaz avaz... Radyo da kapalı... “Maymun suratlı Bernarda! Maymun suratlı Bernarda!” Replik sürekli devam ediyor... Annem şaşkınlıkla içeri gelmiş... Ne radyosu, ben söylüyormuşum... “Hadi bebektir konuşur da böyle aynı sesi tüm artikülasyonunla nasıl çıkardın, aklım ermedi” der.. Bu olaydan birkaç gün sonra da emeklemeden yürümeye başlamışım... Bunlar ben de yok anı olarak.. Nasıl konuştum, nasıl adım attım? Hiç hatırlamıyorum... Ama sonrasını hep kaydettim... Demek ki konuşmak ve yürümek ilk zorlu aşamalarım olmuş benim... Bir yaşımdan beri her şeyi hatırlamam çok garip değil aslında...

İlk şarkım aklımda kalan, Esperanza... 1 yaşımdan bana kalan bir şarkı... Latin müziğini sevmemin nedeni de galiba ilk bu şarkıyı beynime kaydetmiş olmamdan ötürü... Ömrüm oldukça unutmayacağım...Ama sürekli araştırmaya başladım çevremi bu durumun garip olduğunu söyleyenler olduğundan beri... Çoğu kimse hatırlamıyor bir yaşındaki anılarını... Hatta bırakın bir yaşını çoğu insan okul öncesini hatırlamıyor... Oysa beni ben yapan anılar sanki hep orada... Dedemi ve Büyükbabamı çok erken yaşlarda kaybettim... İkisini de çok seviyordum... Onlar da biz üç toruna olağanüstü bir sevgi vermişlerdi... Ama benim büyükbabamla aramda çok güzel bir arkadaşlık vardı ki ömrüm boyunca hep bu arkadaşlığı aradım durdum... Benim doğumumla Ankara Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden hemen emekliliğini isteyerek İstanbul’a Anadolu Hisarı’na dönecek kadar cesaret almış... Ben O’nu doğduğu topraklara yeniden döndürmüşüm.. Nerdeyse tüm zamanını bana ayırmak istediğini hatırlıyorum... Beni alıp alıp kendi evine götürürdü... Özel bir insandı, güzel bir insandı... Atatürk’ün “On Yılda Onbeş Milyon Genç “ yarattığı mucizenin askerlerinden biriydi O! Doğduğu İstanbul’u arkasında bırakıp Ege’den başlayan ve nerdeyse tüm Anadolu’yu gezen bir eğitim neferiydi O! Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu çalışmalarında bulunmuş, yalnızca ülkesinin geleceğine kendisini adamış bir adam gibi adamdı O! Ben O’nun olağanüstü kimliğini bebek gözlerimle görebiliyordum... Hayrandım O’na... Böyle baharlar yazlar gelirde nasıl O’nu anmam... Anadolu Hisarı’ndaki evine götürdüğünde beni, akşam yataklar hazırlanırken Kavacık tepelerine çıkarırdı omzunda... Yatak hazırlanması da pek kolay değildi... Üvey babaannemim oldukça zamanını alırdı... Ev Göksu deresinin yakınlarında ahşap bir konaktı... Sivrisinek saldırıları yüzünden geceleri cibinlik kurulmadan yatmak mümkün değildi... Cibinlikleri özenle hazırlamakta uzun sürerdi... Bizde bu zamanı tepelere kaçamak geziler yaparak değerlendirirdik büyükbabamla...Meteoroloji uzmanı olduğundan yıldızları anlatırdı bana... Yıldızları onunla izlemeye alışmıştım... Beni omzuna almasının nedeni de tüm gece uluyan çakallar yüzünden olurdu... Öyle korkardım ki onların sesinden... Oysa hasretim şimdi çakal ulumalarına...O kadar çok çakal vardı ki o zamanlar... (Şimdi sahte çakallar doldu İstanbul!) Bir de müthiş güzel bir koku sarardı her yanı... Sarı çiçekler, yabani kekikler... Aşağıdan gelen denizin kokusu bahçelerden gelen yediveren güllerinin kokusu.... Ben ellerimle büyükbabamın çenesine tutunur, başımı başına yaslardım... O bana ne güzel şeyler anlatırdı... Gelecek güzel günlerden bahsederdi... Çok güzel olacaktı her şey çok güzel... Hayalleri vardı çok güzel... Güzel adamdı çok güzel! Bir gün gitti... Çok erken gitti... Ardından dedem(annemin babası) da gitti... Belki de onları hiç unutmak istemediğimden bu bebeklik anılarımı hep diri tuttum... Hiç gömmedim beynimin derinlerine...
Bir gün büyük bir mağazanın parfüm stadında durmuştum tesadüfen... Satış elemanları sürekli sıkarlar ya üstünüze bir koku... “Lütfen” dedim... “Ben her kokuyu deneyemem... Bana kendisini aşık ettirmeli koku... Öyle bir kokuda yok henüz” dedim... Çiçek kokusu olmalıydı, baharatsız... Bir koku önerdi ve hemen sıktı... Bir anda kaç yıl geri gittim bilmiyorum... “Bu ne?” “Nasıl bir koku bu?” “Nasıl bulmuşlar?” “Nasıl bir şişeye bir ömür doldurmuşlar!”
Şu Fransızlar var ya boşuna romantik olmamışlar! Parfüm yapmak herkesin harcı değil demek ki! Çocukluğumun Anadolu Hisarı’nı bana bu kadar güçlü anımsatan kokuyu satın almıştım hemen...
İşte böyle ara ara benim canım, sarı çiçeklerin kokusunu çeker...Kavacık’ın artık olmayan yaban kekikli tepelerini özlerim... Büyükbabamı hep özlerim... Göksu’nun kenarında yat uyu sen Büyükbabam... Ben taşırım senin kurduğun hayallerini hâlâ....

1 yorum:

Adsız dedi ki...

İyi hafızan varmış Şirinciğim.
Malesef ben o kadar eskiyi hatırlmıyorum, hoş ben dün ne yediğimi bile hatırlamıyorum.
HOŞÇAKAL